27 Ocak 2019 Pazar

Hello, I'm Johnny Cash!



Side 1.

Merhaba!

Ben J.R. Cash, şüphesiz ki dünya tarihinin efsanevi günahkarlarından biriyim. Müzisyen kimliğimin yanı sıra kimi zaman sinema ve edebiyat gibi alanlardaki bir takım yaramazlıklarımla insanları günahlarıma ortak ettiğim doğrudur.

Daha çocuk yaşlarımdayken radyonun başından ayrılmayan ve kendimi müziğin devasa güzellikteki büyüsüne bırakmayı adet edinmiş yaramaz bir çocuktum. Müziksiz bir dünyanın mümkün olmadığını farketmiş, müzikle birlikte dünyanın daha iyi bir yer olacağına inanmıştım. Henüz çok küçüktüm. Kardeşim Jack ve ben çiftçilikle geçimini sağlayan bir ailenin çocuklarıydık. Bizim eğlenmeye ve yaramazlık yapmaya ne hakkımız ne de vaktimiz vardı. Çalışmaya mecburduk. 1944 yılında, Jack odun keserken testereye kapılarak hayatını kaybetti. Maalesef ki bu kaza benim yüzümden gerçekleşmişti. Benim yapmam gereken işleri kardeşim yapıyordu ve ben çok suçlu hissediyordum. Kendimi asla affetmeyecektim.

Yıllar sonra ‘’John R. Cash’’ adıyla Hava Kuvvetlerine katıldım. Askerlik görevimin ardından 1954 yılında ilk eşim olan Vivian Liberto ile evlendim. Aynı yıllarda müzik çalışmalarıma başladım ve arkadaşlarımla ‘’The Tennessee Three’’ adını verdiğimiz grubumuzla birlikle Sun Records’un kapılarını çalmaya karar verdik. Kısa zaman sonra ‘’Hey Porter’’ ve ‘’Cry Cry Cry’’ adlı şarkıları kaydettik. Beklemediğimiz bir şekilde parçalar hızla country müzik listelerine girdi. Sonraları yaptığımız ‘’I Walk The Line’’ ile nihayet listelerde ilk sırayı almayı başardık! Uzun yıllar sürecek olan müzik serüvenim böyle başladı. Ardımda onlarca albüm, beste ve cover çalışmaları bıraktım. Bir televizyon programı yaptım, çeşitli diziler ve sinema filmlerinde rol aldım, iki kitap yayımladım. Hapishanelerde konserler verdim, elimden geldiğince onların ve acı çeken tüm insanların acıları için yas tuttum. Bu güzelliklerin yanı sıra deliliğim çoğu zaman başıma büyük dertler açtı. Bir dönem uyuşturucu bağımlısı oldum ve bu lanet uzun yıllar peşimi bırakmadı. O yıllarda talihsizlikler ardımdan depar atıyordu sanki!

Bir de June Carter vardı. Kendisi de müzisyendi ve tanışıklığımız müziğe ilk adım attığım yıllara dayanıyordu. Henüz Liberto ile evliyken aramızda bir aşk başlamıştı ve hatta bu aşk ona ‘’Ring of Fire’’ parçasını yazdıracaktı. Yaşamak için debelendiğim ve nefessiz kaldığım günlerde beni hiç yalnız bırakmadı. Nitekim sonraları kendisiyle evlendim, nefeslerimiz sonsuzluğa kadar beraber olacaktı.

Yaşım ilerledikçe çeşitli rahatsızlıklar baş gösteriyordu. Konserlere çıkamadığım, turneleri iptal ettiğim zamanlarım oldu. Son yıllarımda çeşitli albüm çalışmaları da yaptım ancak eğlenceli ve mutlu hallerimden uzak, oldukça hüzünlü parçalardan oluşuyordu. Hüznün çemberi içerisinde sıkışmıştım, artık uzatmaları oynuyordum.

Eşim June Carter Cash, 15 Mayıs 2003’de hayata veda etti. Bende tam dört ay sonra, 12 Eylül 2003’de son kez merhaba demiştim güneşe.

Hello, I’m Johnny Cash! I’m dead!

Side 2.

Johnny Cash dünyanın görüp görebileceği en yaramaz çocuklardan ve efsanevi günahkarlardan biriydi, evet. Günahkarların efendisiydi!

Tanrı, O’nu yarattığına pişmandı. Tüm günahkarlar Cash'in şarkılarıyla cehennemi inletiyordu ve hiç durmadan zebanilerin üzerine şarap dökülüyordu. Cennet ehli durumdan habersizdi. Cash, tanrının tahtını sallıyordu.

Şüphesiz ki günahkarların en büyükleri aşıklar ve yolculardı. O da hayatı boyunca ne yazık ki tutkulu bir aşk adamı ve talihsiz bir yolcu rolünü canlandıracaktı.

Hüzünlü bir tren yolculuğuydu onunkisi. Hiç güneş görmedi, karanlıklarda seyahat etmeyi severdi. Yolculuğu boyunca şiddetli yağmur ve bilhassa yersiz gök gürültüleri asla eksik olmadı. Trenin raydan çıkma ihtimali oldukça yüksekti ve defalarca uçurumla göz göze geldi. Çoğu kez rötar yaptığı da oldu ancak tekrardan yola çıkmasını bildi ve bunu adet edindi. Johnny Cash, sağanak yağmurlu bir adamdı, hüzün kokardı.

Yolda gerçekleşen düzenbazlıklardan haberdardı. Yolcuları severdi ancak onların acılarına asla tahammülü yoktu. Çoğu zaman tüm yolcuların hüznünü üzerine aldı ve yükü tek başına sırtladı. Yalnız içinde taşıdığı bu hüznün elbet bir dışavurumu olacaktı.

Kelimeler ve notalar O’nun anahtarlarıydı. Bir çilingir edasıyla tüm hüzünlü kapıları zorlayacak ve insanların ruhunu okşayacaktı. Bir yandan eğlenceli notalarıyla insanları dansa kaldırırken diğer yandan içindeki nefretini kusarak tüm düzenbazları nokta atışıyla mıhlayacaktı. Cash, yolcular dans ederken onları bir anda koltuklarına çivileyebilecek bir kudrete sahipti.

Her yolcu gibi o da zamanı geldiğinde ya kendini uçuruma bırakacak ya da müsait olduğu yerde inecekti. Duraklar öylesine hızlı geçmişti ki Cash nerede ineceğini unutan bir yolcu gibiydi. Uçurumdan atlamaya ramak kalmışken aniden yanındaki koltuk boşalıverdi. Yol arkadaşı onu terk etmiş ancak ondan yola devam etmesini istiyordu. Artık hüznü ikiye katlanmıştı ve o da sessiz bir vedaya hazırlanıyordu. Nitekim tek başına yolculuğu çok uzun sürmedi. Yalnızca dört durak sonra o da atlayıverdi trenden. Geride bıraktığı tek şey siyah gömleğiydi.


Mustafa Yakışan, Haziran 2014

Kaburga Zine - Sayı 05

1 Aralık 2018 Cumartesi

The King of Grunge

        Chris Cornell, Temmuz 1964’de Seattle’da dünyaya geldi. Doğduğu topraklar, yıllar sonra evrenin üzerine kara bulut gibi çöken bir lanetin ve büyük bir isyanın çıkış noktası olacaktı. Seattle sokakları, seksenli yılların sonuna doğru başlayan, doksanlar ve sonrasında dünyayı kasıp kavuran bu isyana ev sahipliği yaptı. Chris ve arkadaşları da bu isyanda başrol oynayarak üzerlerindeki laneti tüm dünyaya haykıracaklardı. Yolculuğu 1984 yılında Soundgarden’la başlayan Cornell, müzik dünyasına sert bir giriş yaparak kısa zamanda tüm dikkatleri üzerine çekmeyi başarmış ve isyanı hatırı sayılır bir azınlık tarafından sahiplenilmişti. Doksanlı yılların başında, henüz genç yaşta yitirdiği dostu, aynı zamanda Mother Love Bone’un da vokalisti olan Andrew Wood anısına oluşturulan süper grup Temple of the Dog adlı projeyle yolculuğu devam etti. Ayrıca 2001 yılında Rage Against the Machine üyeleriyle bir araya gelerek kurulan Audioslave, büyük yankı uyandıracaktı. Bu projelerinin yanı sıra çeşitli coverlar, film müzikleri ve solo çalışmalarıyla da müzik dünyasında derin bir iz bırakan Chris Cornell, tüm zamanların en iyi söz yazarlarından ve vokalistlerinden birisiydi.   
         Chris Cornell ve arkadaşlarının temsil ettiği, uğruna ömürlerini yitirdikleri bu öfke, isyan, Seattle Sound veyahut Grunge; yalnızca bir müzik türünden ibaret değildi: Mutlu aile tablolarının çizildiği, umutsuzluğun yasaklandığı, her daim gerçekle iç içe olan karanlığın hiçe sayıldığı, çirkin kahkahaların esaretindeki sığ, sahte ve komik(!) bir evrende; karanlığın, umutsuzluğun, öfkenin ve şüphesiz gerçeğin bir sesi, çığlığı, çağrısıydı. Bu isyanın son temsilcilerinden olan, “The King of Grunge” Chris Cornell: Henüz genç yaşlarında otoriteye karşı duruşuyla, asi tavırlarıyla, ruhunda biriktirdiği onlarca yarayla, her fırsatta dile getirmekten çekinmediği öfkesiyle bugünlere geldi ve “beklenmedik ve ani” bir şekilde, Mayıs 2017’de Detroit’te verdiği bir konser sonrası aramızdan ayrıldı.
        Fotoğrafçı Ken Settle, o gece için, “Onu hiç böyle neşeli görmemiştim” diyecek ve “beklenmedik ve ani” bir veda öncesi, onun son sözlerini aktaracaktı: “Gerçekten turun bundan sonraki durağı için çok üzgünüm.”
        Seattle sokaklarının karanlığından sızan ve koşar adım yükselen lanetli bir nesil, odalarında hapsolmuş lanetli bir azınlık, zifiri karanlıkta saklanan ve sallanan yalnızlık, eşsiz bir umutsuzluk, ruhlarına yapışan bir avuç kan, her zamankinden daha yalnız, sessiz ve sakatlanmış bir mücadele, yenilmekten ve ölmekten yorgun düşmüş bir öfke, çatlamış, buruk bir ezgi… O gece, sen Detroit’te son çağrılarını yaparken yüzündeki kırık tebessümü, gözlerinden akan kanı ve odalarda yükselen ağıtları asla unutmayacağım.


       Çok üzgünüm, ne diyeceğimi bilemiyorum, çok sevdiğim bir dostumu kaybettim, yıllarca bu rutubetli odada yahut balkonda, bu sikindirik masanın başında içki içip kendimi teskin etmeye çalışırken, kafam masada sızarken daima yanımda olan geç saat arkadaşım öldü, artık “Siktir et, üzülme” diyerek sırtımı sıvazlayacak sesi yok, artık kara günlere daha da mahkumum, her şey bu kadar basit. Güle güle kardeşim, seni bu paslı kafesin içinde her gün yeniden özleyeceğim. Bütün gün Cornell dinleyip ucuz Marmara içeceğim, sizler yaşadığınız çağa uygun hareket etmeye devam edin!
        Bazılarıysa bazı şeyleri asla anlayamayacak ve bu onların tek yaşamsal karakteri. Layne Staley bunu biliyordu ve bir gün ansızın çekip gitti, Mike Starr ya da John Baker Saunders bunu hissediyorlardı, tıpkı hayatla olan meselesini bir türlü çözememiş herkes gibi Chris Cornell da “beklenmedik ve ani” bir şekilde… uzaklaştı, çünkü Seattle sokakları evlatlarını daima geri ister, bir rock yıldızı olarak, madde bağımlısı ya da alkol müptelası olarak evlatlarını daima sokaklarında ister... İnsanlarsa uzaktan izler, en yakınındayken bile uzaktan izler, bunu tercih eder, başarını ve acını sosyal ağlardan paylaşır, dayatılan hayatta kimse sokağının yakınından bile geçmez, geçmeye yeltenen de itinayla savuşturulur, çünkü çoğunun gerçeklikle bir ilgisi yoktur, şarkı başlar, şarkı biter... Açlık grevlerinde ve türlü hapishanelerde yalnızsındır, çocuk ıslah evleri, toplama kamplarında yalnızsındır, şarkı biter, şarkı başlar, çığlık uzaydaki yerini alır; ağır sanayi fabrikalarında yalnızsındır, gizli olan her şeyde ve her yerde yalnızsındır, müzik biter ve müzik başlar, en yakın arkadaşın iki hoparlörden gelen sesler dahilinde; telecaster telecaster... Büyük kapı suratına çarpılırsa eğer, zincirler, zifiri karanlık seni bekler…


       O öğütleri ve yükü biliyorum. Ben gideceğim dediğinde biri, sıranın kime geleceğinin farkındayım. Sonsuza dek bir ağırlık olarak boynumda asılı duracak bu yükün farkındayım. Bizim sesimiz olanların yaptığı müzik türü rağbet görmediği için değil, türün en iyileri kendini öldürdüğü için sona eriyor. Bu sadakatin sebebi kimsenin bilmediği o yükü paylaşıyor olmamızdır. Beni Dünya’nın en sessiz yerine götüremezsiniz. Beni evrenin en yalnız yerine bırakamazsınız, çünkü devam ettireceğim bir öfke var. Devam etmesi gereken bir sorun var. Bunun bize aktarıldığının farkındayım. Mücadeleyi yükselteceğiz. İçimizde parıldayan bir madalyon gibi duracak mirasın ve biz seni asla unutmayacağız. O yalnızlık diye parmakla gösterilen ortamda paylaştığımız tüm duyguların hatırası için sessizliği delen bir nöbet tutacağız. Bu yükün altında yok olan tüm ağabeylerimizin jilet izlerini takip edeceğiz ve günün birinde mutlu olacağız. Nasıl ki Chris’in sesi solup gitmeyecekse, ellerimize tutuşturduğu sözleri aklımıza kazıyacağız. Siz mutlu olmak için inkar politikalarınızla yarattığınız küçük havuzlarınızda oynaşırken biz; Chris’in gösterdiği umutsuzluk okyanuslarında, gözlerimizdeki ıslak nehirlerle birlikte boğulmaya devam edeceğiz.


Mustafa Yakışan
Uluer Oksal Tiryaki
Eser Yılmaz

Kaburga Zine - Sayı 09
Ocak, 2018 | Kadıköy

9 Nisan 2017 Pazar

Anatolian Express: New Turkish Poetry

                          


Bugüne kadar övgü, ödül ve “kayda değer” kişilerin elinden çıkan değerlendirmelerle kendisine yer edinen “şiir”in sonuna gelmiş bulunmaktayız.

Bugüne kadar savaştan uzak durmaya çalışan, evinde oturarak zabıtalığa soyunan, insanlara ahlaki külfetler yükleyen “şiir”in sonuna gelmiş bulunmaktayız.

Bugüne kadar eleştirdiği faşizmin ta kendisi olan, insanları küçük politik hesaplarla yargılayan ve etrafındaki sözde “kanon”lara methiyeler düzen “şiir”in sonuna gelmiş bulunmaktayız.

Bugün şiir’in sonuna gelmiş bulunmaktayız.

Elinizdeki antoloji geriye kalan bir avuç insanın yaptığı son çağrıdır.

Until today, we have come to the end of "poetry", which has received praise, reward, and evaluations of the "worthy" people.

We have come to the end of "poetry" that tries to stay away from the war until now, to sit in the house and wander into the strangeness, to load the moral burdens on people.

We have come to the end of poetry, which means the fascism that has been criticized to this day, the poetry of the so-called "canonies" around people who judge people with small political calculations.

Today we are at the end of poetry
The anthology in your hand is the last call made by a handful of people.



 
Yayıma hazırlayan / Editor: Uluer Oksal Tiryaki
Proje / ct: Şenol Erdoğan
Şairler / Poets: Onur Akyıl, Evren Evrim Önal, Alper Volkan Dikyar, Ömer Akay, Onur Sakarya, Kerem Bereketoğlu, Batur Münevver, Eser Yılmaz, Uluer Oksal Tiryaki, Semih Yıldız, Emre Varışlı, Müslüm Çizmeci, Deniz Karanfil, Can Çelikoğlu, Caner Ocak, Gökben Derviş, Eyüp Fazlı Koştan, Mustafa Yakışan, Eren Okur
Çeviri Editörü / Translations Editor: Kerem Bereketoğlu
Çevirmen Kadrosu / Translators: Eyüp Fazlı Koştan, Merve Aydın, Deniz Cansever, Narowich Aktas, Eser Yılmaz, Çağatay Çalışkan, Nail Aydın, Oytun Tez, Kerem Bereketoğlu

SUB PRESS | 2017

2 Eylül 2016 Cuma

Kutsal Ruhlar İçin Bir Çığlık: Mr. Mark Lanegan


Uçsuz bucaksız bir ormanda alıkoyulmuş ve alaca karanlıkta yükselen dehşetli bulutların gazabına uğramış; bir viski şişesinin dibinde hiçliğini sorguladığı kırmızı gecelerde odalarda kilitli kalmış ve boz bulanık gençliğini, kör karanlığa teslim etmiş; korkunç bir düş kırıklığı içerisinde ömrünü yitirmiş ve kırılgan gövdesi, gri bir labirentin içerisine hapsolmuş tüm kutsal ruhlar için bir çığlık: Mr. Mark William Lanegan.

Daimi olarak boşlukta ikamet eden ve insanlardan pek haz etmeyen; terk edilmiş ve zehirlenmiş ruhlarının sancısıyla acınası bir dinginliğe maruz bırakılan; yoldan çıkmış hayallerin eşiğinde, intihara meyilli gecelerde kendi mezarlarını hazırlayan kutsal bir azınlığın çığlığı, ruhlarını okşayan hüzünlü ve naif bir rüzgar: Mr. Mark Lanegan.

1964 sonbaharında yeryüzüne inen bu eşsiz çığlığın sahibi, 51 yıldır aramızda ve 32 yıldır durmaksızın çirkin bir kaosun ortasında sıkışmış olan bir azınlığa, kutsal ruhlara sesleniyor. Tıpkı sonsuzluğa uğurladığı arkadaşları; Kurt Cobain ve karanlığın sahibi Layne Staley gibi…

Mr. Mark Lanegan’ın günümüze kadar uzanan ve şüphesiz yaşayan nadir efsanelerden biri olmasını sağlayan müzik kariyeri 80’li yılların ortasında, henüz 20’li yaşlarındayken Screaming Trees grubuyla başladı. Grup, ismine yakışır bir şekilde müzik dünyasına sert bir giriş yaptı. İlk albümlerinde kirli ve dağınık bir soundla karşımıza çıkan grup, 90’lı yıllardaki çalışmalarıyla ismini ‘’Grunge’’ efsanelerinin arasına yazdırdı. O yıllarda Seattle’da yeni bir müziğin ve kültürün temelleri atılıyordu. Nirvana, Pearl Jam, Soundgarden, Alice in Chains, Mudhoney gibi oluşumların öncülük ettiği bu akıma tüm dünya dikkat kesilmiş, Seattle’dan yükselen bu isyanı büyük bir dehşet ve merakla izliyordu. Screaming Trees de bu isyanın bir parçasıydı ve dostlarıyla birlikte uzun yıllar terk edilmiş bir azınlığın ruhlarını kutsayacaktı.

Grunge akımının temel taşlarından ve Mr. Lanegan’ın da eşlik ettiği bu isyanın en büyük çığlıklarından olan Kurt Cobain ve Layne Staley’nin çağrılarını tamamlayarak yeryüzünü terk etmesi şüphesiz ki grunge akımını ve beraberinde getirdiği isyanı derinden yaraladı. Onların ardından Mark, Eddie, Chris gibi çığlıkların her ne kadar buruk ve yorgun da olsalar durmaksızın yollarına devam etmesi, özellikle 2000’li yılların başıyla birlikte gittikçe sığlaşan müzik dünyasına nefes aldırdı ve kutsal ruhları bu eşsiz çığlıklardan ve çağrılardan yoksun, sahipsiz bırakmadı…

Mr. Lanegan’ın ilk durağı ve Grunge akımının önemli oluşumlarından olan Screaming Trees, 90’lardaki yükselişinin ardından ne yazık ki 2000 yılında dağıldığını ve çağrılarına son verdiğini açıkladı. Ancak yıllar sonra gelen bir haber kutsal ruhlar arasında büyük merak uyandırdı. Grup, 1998-1999 yıllarında kaydettiği parçaları Last Words: The Final Recordings adıyla 2011 yılının Ağustos ayında piyasaya sürdü ve son çağrısını yaptı. Bu albüm 90’lı yılların ortasında grubu zirveye taşıyan albümlerin devamı niteliğindeydi. 1984’de yola çıkan ve kayıp kuşağın çocuklarına, kutsal ruhlara seslenen bir grup, oldukça hüzünlü çağrılarla sessizliğe bürünüyordu…

Müziğin yaşayan efsanelerinden olan Mr.Lanegan’ın çağrıları elbette ki bununla sınırlı değildi. Onlarca grup ve müzisyenle işbirliği yapan bu efsanenin şüphesiz ki yer aldığı oluşumların en değerlisi Mad Season projesiydi. Alice in Chains, Screaming Trees ve Pearl Jam üyelerinin bir araya geldiği grup 1995 yılında Above adlı albümü piyasaya sürdü ve Mr. Lanegan albümde I’m Above ve Long Gone Day parçalarında Layne Staley’e eşlik etti. Müzik tarihinin en karanlık albümlerinden birine imza atan grupta Layne Staley yeni bir albüm yapmayı reddederken, Mr. Lanegan ikinci albümle birlikte grubun vokalini tek başına üstlenmeyi düşünüyordu, ancak grup Layne Staley’nin ölümüyle birlikte boşluğa doğru yol aldı. Bu efsanevi oluşum yıllar sonra, sonsuzluğa yükselen Layne Staley ve John Baker’ı onurlandırmak üzere yeniden bir araya geldi. Grup, 2013 yılının Ocak ayında bir box set piyasaya sürdü. Sette Above albümünün yanı sıra, grubun Nisan, 1995’te verdiği Live at The Moore konserinin kayıtları ve üç yeni parça da bulunuyordu. Locomotive, Black Book of Fear ve Slip Away adlarıyla albümde yer alan üç yeni parça, Mr. Mark Lanegan imzasını taşıyordu. Karanlığın sahibi Layne Staley’nin yalnız ve tehlikeli çağrılarının ardından Mr. Lanegan, arkadaşlarını onurlandırmakla kalmayıp, birbirinden dehşetli üç parçayla karşımıza çıkmıştı. Bu yeni çağrılar, kutsal ruhların odalarında sonsuza dek yankılanacaktı…

Bugüne dek birçok oluşumda yer alan Mr. Lanegan’ın kariyerinde önemli bir yere sahip olan ve uzun yıllar birlikte çalıştığı oluşumlardan biri de Queens of the Stone Age topluluğuydu. 2000’li yılların başında başlayan birliktelikte grubun birçok albüm çalışmasında ve konserlerinde yer aldı. Ayrıca Mr. Lanegan; Soulsavers, The Gutter Twins, The Afghan Whigs, The Twilight Singers gibi gruplarla ve Isobel Campell, Moby, Duke Garwood gibi çeşitli müzisyenlerle ortak çalışmalar yaptı. Kariyeri boyunca birçok cover çalışmasıyla da karşımıza çıkarak; Nick Cave, Frank Sinatra, Bob Dylan, John Cale gibi çeşitli müzisyenlerin bazı parçalarını yeniden yorumladı. Alternative/Grunge’la başlayan müzik yolculuğunda Hard/Stoner/Progressive/Folk/Blues/Indie ve son yıllarda electronic ve remix çalışmalarıyla müziğin çeşitli türevlerinde ürünler verdi. Ancak bu ürünlerin en önemlisi şüphesiz ki ‘’Mark Lanegan Band’’ adıyla yaptığı solo albüm çalışmalarıydı. Bu çalışmalarda müziğin karanlık altyapısı ve sözleriyle grunge’ı hissetmemek mümkün değildi, fakat daha çok progressive, indie ve zaman zaman da blues’u anımsatan parçalar ağırlıktaydı.

Mr. Lanegan’ın ilk solo albüm çalışması, 1990’da Sup Pop etiketiyle piyasaya sürülen The Winding Sheet albümüydü. Nirvana’dan arkadaşları Kurt Cobain ve Krist Novoselic’in de katkıda bulunduğu albüm, karanlık yapısıyla dikkat çekerken, Mr. Lanegan’ın ustalığı ve kalitesiyle de gelecek çalışmaları için adeta göz kırpıyordu. Dave Grohl, Rolling Stone’a verdiği bir röportajda albüm hakkında, ‘’Tüm zamanların en iyi albümlerinden biri’’ olarak söz edecekti.

Solo albüm kariyerine böylesine sıkı bir başlangıç yapan Mr. Lanegan, 1994 yılında Whiskey For The Holy Ghost adlı albümü piyasaya sürdü. En tehlikeli çalışmalarından biri olan bu albüm, şüphesiz müzisyenin en depresif ve karanlık çağrılarını içeriyordu. Ardından bu albümü Scraps at Midnight ve cover çalışmalarını içeren I’ll Take Care of You albümleri izledi. Mr. Lanegan; Tim Rose, Tim Hardin, Booker T. Jones ve Buck Owens gibi müzisyenlerin parçalarını yeniden yorumladı. Bu albümde naif bir rüzgarla sevenlerinin ruhunu kutsayan müzisyen, Field Songs ve Bubblegum albümleriyle çağrılarına devam etti. Bubblegum  albümünde yer alan Hit The City ve Come to Me adlı parçalarda kendisine Pj Harvey de eşlik edecekti. 2010 yılında Issobel Campbell’la ortak çalışması olan Hawk adlı albümü yayınlandı. Ardından eşsiz bir çalışma ürünü olan Blues Funeral ve Mr. Lanegan’ın blues damarını yoğun olarak hissedebileceğimiz, Duke Garwood işbirliğiyle yapılan Black Pudding albümleri raflardaki yerini aldı. 2013’te tekrar bir cover çalışmasıyla karşımıza çıkan müzisyen, Nick Cave, John Cale gibi efsanelerin parçalarını yeniden yorumladığı Imitations adlı albümü piyasaya sürdü. Mr. Lanegan, 2014 yılında Phantom Radio adlı albümüyle çalışmalarına hız kesmeden devam ediyordu. Albüm, son çalışmalarına nazaran daha sert ve electronic bir sounda sahipti. Ardından aynı adlı albümün remix çalışmalarına yer verdiği A Thousand Miles of Midnight yayınlandı. Mark Lanegan Band, son olarak 2002’de kaydedilen demoların yer aldığı Houston Publishing Demos 2002  adlı albümü yayınladı.

Mark Lanegan Band adıyla yapılan solo albüm çalışmaları, Mr. Lanegan’ın olağanüstü kariyerine sığdırdığı onlarca parçanın yanı sıra sevenleri için en özel çalışmalardı. Müziğe başladığı ilk yıllardan bu yana birçok grupla işbirliği içerisinde olmasına rağmen, hiç yorulmadan ve asla tükenmeden, özenle çalışmalarını sürdürmeye devam etti. Ürün çeşitliliği fazla olan sanatçıların kara belası haline gelen ‘’tekrar’’ illetine hiç düşmeden, her çalışmasında mükemmeli yakalama arzusuyla özgün eserler ortaya koydu. Müzik; içinde her ne kadar farklı sesler ve renkler barındırsa da onu ‘’iyi’’ yapan ve ‘’değerli’’ kılan tek şey, hissiyattı ve Mr. Mark Lanegan bunu çok iyi biliyordu…

Mr. Lanegan’ın tıpkı çağrıları gibi özel hayatı da oldukça depresif ve çalkantılıydı. Bir röportajında ailesiyle olan sorunlarından ve onlara olan isyanından bahsedecekti. Henüz genç yaşlarında uyuşturucu bağımlısı olmuştu ve bu bağımlılık uzun yıllar sürdü. Bunların yanı sıra çeşitli suçlardan hapse mahkum edildi ancak rehabilitasyon tedavisi şartıyla mahkumiyetten kurtuldu. Çocukluk yıllarından bu yana peşini bırakmayan karanlık, tüm hayatına ve çağrılarına sirayet etmişti.

Kutsal ruhlara adanmış eşsiz çığlıkların sahibi Mr. Mark Lanegan; hayatı boyunca bir çıkmazda, kör karanlıktaydı...

Son olarak: Bu satırlar yazılırken ya da sizlerin mülküne geçtiği şu şıralarda Mr. Mark Lanegan; şüphesiz ki labirentin diğer ucunda, farklı bir çıkmazında bambaşka bir azınlığın ruhlarını kutsamakta veyahut yeni çağrılarını kaleme almaktadır. Bizler kör karanlığa bürünmüş odalarımızda kendi gölgelerimizle savaş halindeyken bizleri yalnız bırakmayarak eşsiz çığlıklarını üzerimizden esirgemeyecek ve elbette ki onun rüzgarı her daim ensemizde, bizimle olacaktır…


Mustafa Yakışan, Ağustos MMXVI

Kaburga Zine - Sayı 08

17 Şubat 2016 Çarşamba



İspirto, Sayı: 01
Şubat, MMXVI

Hazırlayanlar: Ali Ata Dibek, Mustafa Yakışan
Grafik Tasarım: Mahmut Can Papiroğlu

İçerik: Uluer Oksal Tiryaki, Erman Akçay, Müslüm Çizmeci, Alper Volkan Dikyar, Eser Yılmaz, Onur Sakarya, Ali Ata Dibek, Eren Okur, Kerem Bereketoğlu, Mehmet Şenol Şişli, Zafer Yalçınpınar, Mert Kamiller, Alper Çeker, Cengiz Orhan, Ahmet Erhan, Mustafa Yakışan, Ezgi Özbek, İnan Ulaş Arslanboğan, Kaan Koç, Gece İşareti, Erdinç Top, Tugay Demirci, Deniz Cansever, Cenk Taner

Facebook: İspirto
Twitter: IspirtoFanzin

22 Ağustos 2013 Perşembe

...ve junkhead buyurdu: we die young!


Layne Staley, yeryüzüne gönderilmiş son peygamberdi. Seattle'da hüküm sürüyor ve insanları karanlığa davet ediyordu. Seattle'nın arka sokaklarından sızan sessiz çığlıkları, yeryüzündeki tüm kötü çocukların ruhlarına işleniyordu. Yağmurlu bir günde ölmeyi arzu ediyordu ve peygamber Junkhead, yağmurlu bir Nisan gününde hayata veda etti, tıpkı peygamber Cobain gibi. Karanlık ve yalnız bir yaşamın ardından sonsuzluğa giden kapıları araladı ve bedenini karanlığa teslim etti. Öldüğünde henüz 34 yaşındaydı. İlahi emirlerinden birinde ''we die young'' diye sesleniyordu tüm kötü ruhlara. Kendisi de bu emre harfiyen uymaktan asla çekinmedi.

22 Ağustos 1967 günü dünyaya gelmişti ve henüz 7-8 yaşlarındayken anne ve babasının ayrılmasıyla, ömrü boyunca etkisini asla unutamadığı bir travmaya girecekti. Karanlıkla henüz küçük yaşlarında tanışmıştı. Babasını özlüyordu ve eğer ki ünlü olursa babasının kendisine dönebileceğini düşünüyordu. Çoğu zaman herkesten gizli ve oldukça yalnız bir şekilde babasını aramaya koyulurdu. Günün birinde babasıyla buluşacak ve beraberce uyuşturucu kullanacaklardı. Kendisi de babasına dair özlemini şöyle dile getirmişti; ‘’Hayatım bir kâbusa dönüştü, her yanımda sadece gölgeler vardı. Bir gün birisi telefonda bana babamın öldüğünü söyledi, zaten ailecek babamın her türlü uyuşturucuyu kullandığını biliyorduk. O günden sonra hep "Babam nerede?" sorusunu sordum. Onun için çok üzüldüm ve onu özlüyorum. 15 yıl boyunca hayatımda yoktu. ‘’

Müzik kariyerine henüz 12 yaşında, bateri çalarak başlamıştı. Yalnız Layne, vokalist olmak istiyordu. Gençliğinde bir çok glam grubunda yer almıştı. O yıllarda kabarık saçlar ve abartılmış makyajlar eşliğinde sahne alıyordu. 1985'te, bir glam grubu olan Sleze'i kurdu. Grubun adı daha sonradan Alice N Chains olarak değişecekti. Layne, glam yıllarını şu cümleyle özetliyordu; "15 yaşında bir glam grubumuz vardı fakat makyaj malzemelerine para yetiştiremediğim için gruptan atıldım."

Staley, o yıllarda geçici olarak bir funk grubuna da katılmıştı, yalnız grup kısa sürede dağıldı. Bu sırada, müzisyenlerin toplandığı Music Bank adlı prova stüdyosunda gitarist Jerry Cantrell ile tanıştı. Bu hayatında önemli bir dönüm noktası olacaktı. Layne ve Jerry uzun süre aynı odayı paylaştılar. Layne, kendisine vokalist olmak istediğinden bahsedecekti. Artık vahiy gelmişti ve insanlara peygamberliğini ilan etmenin zamanıydı. Seattle’nın arka sokaklarından sıyrılarak, gerçekliği ve karanlığı tüm dünyaya tebliğ etmeliydi. Cantrell’da Layne’in sesinden etkilenecek ve Alice in Chains’in temelleri atılacaktı. Önceleri Mike Starr, Sean Kinney ve Jerry Cantrell’la birlikte Diamond Lie adı altında çeşitli konserler verseler dahi grubun adı sonradan Alice in Chains olarak değişecekti.

Peygamber Junkhead, sonunda havarilerini bulmuştu. Artık ilahi emirlerini insanlarla paylaşacaktı. Grup, ilk olarak ‘’We Die Young’’ adlı EP’yi çıkardı. Aynı yıl içerisinde ‘’Facelift’’ albümü yayınlandı. Junkhead, emirlerini tek tek sıralıyordu. We Die Young, kayıp gençliğe ithaf edilmiş bir parça gibiydi. Bizler genç ölürüz, diye haykırıyordu peygamber. Aynı albümde bulunan Man in The Box adlı parçada Layne, karanlığın içinden sesleniyordu. Eğer ki karanlığın içindeysen, bütün acıların sahibisindir ve peygamber bunu çok iyi biliyordu, yırtınırcasına ‘’save me!’’ diyerek isyanını dile getiriyordu. Love, Hate, Love, yeryüzünde aşka dair yazılmış en ‘’gerçek’’ parçalardan biriydi. Aşk ve nefreti harmanlayan, acımasız emirlerini kusuyordu Junkhead. Çığlıkları, sonsuza dek içimizi titretecek nitelikteydi.

İkinci albüm olan ‘’SAP’’ 1992 yılında piyasaya sürülecekti. Daha çok akustik parçalara yer verilen albümde, bazı gruplardan konuk sanatçılarda yer alıyordu. Albümdeki ‘’Right Turn’’ adlı parçada gruba Chris Cornell ve Mark Arm’da eşlik etmişti.

Ardından ‘’Dirt’’ albümü geldi. Grubun en karanlık ve acıyla yoğrulmuş albümüydü. Derinlerden geliyordu. Peygamber, en derinde ve dipte yaşıyor ve öyle yazıyordu. Artık her şeyi en gerçek ve saf haliyle dile getiriyordu. Samimiyetin altında acıları gizliydi. Hayatı boyunca onu asla terk etmeyen lanet olası karanlık ve acıları.. Albüm, grunge akımının da temel taşlarından biri haline gelecekti. İçindeki parçalar, Staley’in gittikçe artan uyuşturucu bağımlılığının çıkmaz bir yola girdiğini gözler önüne seriyordu. Yağmur, aşk, nefret, ölüm, tanrı ve de junk.. Layne, tüm bunları sert melodiler eşliğinde, kulaklarımızda yankılanması ve beynimizde kalıcı hasarlar bırakması üzre, bizlere sunuyordu! İlahi emirleri sert bir şekilde ifade ediyordu. Kızgın bir sandalyenin üzerinde oturuyordu, yalnız bu durum umrunda değildi. Yağmurlu bir günde ölmeyi düşlüyordu peygamber, ve de uçmak istiyordu. Fakat kanatları esirgenmişti, çukurun dibine mahkum edilmişti.. Karanlıkta ve bataklıkta, çok yalnızdı..

Alice in Chains, heavy metal ve punk’ı harmanlayarak kendisine ait farklı bir müzik tarzı yaratmıştı. Psychedelic sözler, grubun sert müziğiyle birleşiyor, Layne’in derinlerden gelen çığlıklarıyla süslediği vokali ise müziği tarifsiz bir hale getiriyordu. Junkhead’e ve Alice in Chains’e söylenebilecek tek şey vardı; Karanlığa sahiptiler..

Grubun dördüncü stüdyo albümü olan ‘’Jar of Flies’’ 1994 yılında yayınlandı. Dirt’in sert melodilerindeki karamsarlık, bu kez yerini akustiğe ve yumuşak tonlara bırakmıştı. Staley, çaresizliğimizi dile getiriyor ve ruhumuzu okşuyordu. Sonsuzluğa doğru yürürken, yine de mücadele ettim diyerek bizlere göz kırpıyordu sanki. Peygamber artık yorulmuştu..
Alice in Chains, zaman kaybetmeden 1995 yılında tekrar stüdyoya girdi ve aynı adı taşıyan bir albüm çıkardı. Albüm, alışık olduğumuz Alice in Chains soundunu yansıtıyordu. Albümdeki parçalar ise Layne’in nerdeyse son meyveleriydi. Yalnız Junkhead’ın hat safhalara ulaşan uyuşturucu bağımlılığı yüzünden turneye çıkılamadı.

Layne Staley’in Alice in Chains dışında ‘’Mad Season’’ adlı bir projesi de vardı. Pearl Jam’in gitaristi Mice McCready ile birlikte kurdukları grup ilk olarak bir seri katil olan Gacy Bunch ismini taşıyordu. Bu isimle çeşitli konserler verdikten sonra grubun adı ‘’Mad Season’’ olarak değişti. Ayrıca grupta Screaming Trees'den Barrett Martin, John Baker Sounders ve vokalist Mark Lanegan’da bulunuyordu. Grubun tek stüdyo albümü olan ‘’Above’’ 1995 yılında kaydedildi ve biri hariç tüm parçalar Layne tarafından yazılmıştı. Albümdeki enfes parçalardan birisi olan ‘’Long Gone Day’’ Mark Lanegan ve Layne Staley düetiydi. Parçaların hepsi birbirinden tehlikeliydi, insanı derinden sarsıyordu. Junkhead, artık sona yaklaşıyordu, emirler oldukça keskin ve netti.. Wake up’da ‘’uyan genç adam! uyanma zamanı!’’ diye seslenirken, River of Deceit’te ‘’biz kendi acılarımızı kendimiz seçtik’’ diyordu. All Alone’da ise herkesin, hepimizin yalnızlığını yüzümüze vuruyordu peygamber.

Peygamber artık gerçekten çok yorulmuştu. Konserlere çıkamıyor, turneler bir bir iptal ediliyordu. Son olarak Kiss’le birlikte turneye çıkacak ve üç konser verecekti. Sonra -biraz da zorunlu olarak- sahneye veda edecekti. Yalnız grup bu turnenin öncesinde 1996’da MTV Unplugged’da sahne aldı ve unutulmaz bir performans sergiledi. Layne’in tüm acıları, birikmişliği, çaresizliği ve çöküşü gözler önündeydi. Uyuşturucudan dolayı çoğu zaman kendini kaybediyor, şarkı sözlerini unutuyordu. Gözleri yorgun düşmüş, bakışları hiçliği anımsatıyordu. Ancak tüm bunlara rağmen yine de sesinden hiçbir şey kaybetmeyen Junkhead, çığlıklarını bizden esirgemiyordu. İlahi emirler, artık son bulmuştu. Son hesaplar görülüyor ve insanlara son tebliğini yapıyordu peygamber. Karanlığa sahipti..

1996 yılı Layne için bir işkenceydi. Ruhen çökmüş olan peygamber, artık fiziksel olarak ta yavaş yavaş eriyordu. Tüm bunların üstüne öyle bir şey oldu ki, Layne’in artık hayatta olması için tek bir sebebi dahi kalmayacaktı.. Staley’in hayatında Demri Parrott diye bir gerçek vardı. 80’lerin sonunda tanıştığı Demri’yle evlilik hayalleri kurarken 93-94 yıllarında talihsiz bir şekilde ayrılmıştı. Layne’in Demri’ye duyduğu şey, yalnızca aşk diye tanımlanamayacak kadar büyüktü. Her şeyiyle bağlıydı ona. Hayatının her yerinde Demri’nin etkisi görülecekti. Mad Season adlı projenin tek albümü olan ‘’Above’’un albüm kapağı, Layne ve Demri’nin çekilmiş bir fotoğrafından esinlenerek yapılmıştı. Yazmış olduğu onlarca şarkı sözü Demri’ye ithafen yazılmış, çektiği tüm aşk acılarına onun için katlanmıştı. Ayrıldıklarından kısa bir süre sonra, 29 Ekim 1996 günü Demri aşırı doz uyuşturucu kullanımdan dolayı hayata veda etti. Layne’de o gece intihara kalkışacak, yalnız beceremeyecekti. Demri’nin ölümüyle birlikte Layne büyük bir boşluğa girecek ve hayatının geri kalanını herkesten uzak, yalnız bir şekilde tamamlayacaktı. Son yıllarda artmaya başlayan uyuşturucu bağımlılığı, Demri’nin ölümüyle birlikte hayatının merkezine yerleşmişti. Layne, uyuşturucu bağımlılığını şu cümlelerle itiraf ediyordu; ‘’Uyuşturucu bugüne kadar benim için çalıştı, şimdi ise bana karşı çalışıyor. Şu anda cehennemde yürüyorum.’’

Layne için eziyet olan yaşamı, gittikçe çekilmez bir hale geliyordu. Gruptan uzaklaşıyordu artık. Staley, son olarak grupla stüdyoya 1998 yılında girdi. Get Born Again ve Died adında iki parça kaydettiler. Bu sırada grup sürekli eski hit parçalardan oluşan set albümler piyasaya sürüyordu. 1999’da Music Bank adlı box setin ardından 2000 yılında live albümü geldi. Layne gibi, Alice in Chains’te bataklığa demir atmıştı artık..

Grubun dağılacağı söylentileri çalkalanırken Layne’den uzun süredir haber alınamıyordu. Son günlerinde oldukça zayıflamış, dişleri dökülmüş bir hale gelecekti. Junk, onu fazlasıyla yıpratmıştı. Artık dünyaya veda etmenin zamanı gelmişti. O da her şeyin farkındalığıyla ve yalnızlığıyla baş başa, Seattle’daki evinde inzivaya çekilmiş ve ölümü bekliyordu. Ölmeye dahi gücü yoktu, tükenmişti artık. Sadece bekliyordu. Son röportajında; ‘’ Ölüme yakın olduğumu biliyorum. Hayatım böyle bitsin istemezdim. Hiç şansım kalmadığını biliyorum. Artık çok geç.’’ diyerek çaresiz bekleyişini dile getirecekti.

Günler 19 Nisan 2002’yi gösterdiğinde 911’e gelen bir ihbar, polisi harekete geçirmişti. İhbarda Layne’den iki haftadır haber alınamadığı söyleniyordu. İhbarı yapan kimse ise meçhuldü. Artık birileri yokluğunu fark etmiş olmalıydı. Polis ihbar üzerine Layne’in Seattle’daki evine gitti ve lanet olası bir manzarayla karşı karşıya kaldı. Peygamber Junkhead, neredeyse çürümüş olan bedeniyle karşılamıştı onları. Cesedi tanınamayacak haldeydi. Belki o ‘’meçhul’’ kimse olmasa, uzun süre daha fark edilmeyecekti yokluğu. Çeşitli araştırmalar sonucunda aşırı doz eroin ve kokain sonucu öldüğü anlaşılacaktı. Tıpkı
Seattle’ın ilk çığlıklardan olan Andrew Wood gibi, tıpkı yakın arkadaşı Shannon Hoon gibi, tıpkı hayatını uğruna adadığı Demri Parrott gibi.. Öldüğü tarih ise kulaklarımıza hiç yabancı gelmiyordu. 5 NİSAN.. Efsanevi serserilerden olan Kurt Cobain’de 5 Nisan 1994 günü hayata veda etmişti. O gün, lanetli bir tarih olarak hafızalarımıza kazınmıştı artık. 5 Nisan, Seattle çocuklarının üzerine kıyamet gibi çökmüştü..

Layne, arzu ettiği gibi yağmurlu bir Seattle gününde, yalnız bir şekilde ölmüştü. Artık acı çekmiyordu. Vazifesini yerine getirmiş, ilahi emirlerini sert bir şekilde insanlığa tebliğ etmişti. Kutunun içindeki adam, kendi bokundan arınmıştı artık. Tüm masumiyetiyle, karanlığın içinden sıyrılarak, sonsuzluğa doğru giden merdivenleri hızla tırmanmıştı peygamber. Demri’ye koşuyordu..

Karanlık, sahipsiz kalmıştı!

Onun gidişiyle bir çok şey eksik kaldığı gibi, bir çok şey de değişecekti. Başarılı zamanlarında kendisiyle övünen havarileri, son günlerinde onu yalnız bırakmıştı. Üstelik cenaze töreninde cüretkar bir şekilde ‘’Ona kırgınız!’’ diyebiliyorlardı. Layne, anlaşılan havarilerin ihanetini önceden tahmin etmişti ve son zamanlarında verdiği bir röportajında ‘’Alice in Chains’tekiler benim arkadaşım değiller.’’ diyecekti. Zaten, grubun ilk yıllarında Layne ve Jerry arasında anlaşmazlıklar oluyordu. Layne’in underground ruhuna karşın, Jerry piyasaya açılmaları gerektiğini söyleyerek tepki gösteriyordu. Junkhead, sonsuzluğa uğurlandıktan kısa bir süre sonra Jerry, gruba William DuVall’i dahil ederek, her zaman istediği gibi piyasaya dair müzik yapmaya devam edecekti -üstelik Alice in Chains adı altında! Onca anıyı, Layne’i görmezden gelerek! Havarileri, Junkhead’e ihanet etmişti..

Ölümünün ardından birçok müzisyen kendisi hakkında ilahiler besteleyerek, ona dair özlemini dile getirecekti. Eddie Vedder – O4/20/02, Aaron Lewis – Layne, Katastrophy Wife - Layne To Rest, Black Label Society – Layne bunlardan birkaçıydı.

Layne Staley’in ilahi emirlerinin yanı sıra, ardında bıraktığı kutsal emanetlerden birisi de kedisi Sadie’ydi. Sadie, Staley’nin ölümünün ardından Jerry Cantrell tarafından sahiplenilmişti. Yalnız Sadie trajik bir şekilde, 2010 yılının Ocak ayında grubun Seattle’da konser verdiği bir gece vefat etti. Öldüğünde 18 yaşındaydı, R.I.P Sadie..

Son olarak; Layne Staley, öldüğünde henüz 34 yaşındaydı. İlahi emirlerinden birinde, ''we die young'' diyerek sesleniyordu tüm kötü ruhlara. Kendisi de bu emre harfiyen uymaktan asla çekinmedi..


Mustafa Yakışan, Mart 2013

Kaburga Zine - Sayı 01