1 Aralık 2018 Cumartesi

The King of Grunge

        Chris Cornell, Temmuz 1964’de Seattle’da dünyaya geldi. Doğduğu topraklar, yıllar sonra evrenin üzerine kara bulut gibi çöken bir lanetin ve büyük bir isyanın çıkış noktası olacaktı. Seattle sokakları, seksenli yılların sonuna doğru başlayan, doksanlar ve sonrasında dünyayı kasıp kavuran bu isyana ev sahipliği yaptı. Chris ve arkadaşları da bu isyanda başrol oynayarak üzerlerindeki laneti tüm dünyaya haykıracaklardı. Yolculuğu 1984 yılında Soundgarden’la başlayan Cornell, müzik dünyasına sert bir giriş yaparak kısa zamanda tüm dikkatleri üzerine çekmeyi başarmış ve isyanı hatırı sayılır bir azınlık tarafından sahiplenilmişti. Doksanlı yılların başında, henüz genç yaşta yitirdiği dostu, aynı zamanda Mother Love Bone’un da vokalisti olan Andrew Wood anısına oluşturulan süper grup Temple of the Dog adlı projeyle yolculuğu devam etti. Ayrıca 2001 yılında Rage Against the Machine üyeleriyle bir araya gelerek kurulan Audioslave, büyük yankı uyandıracaktı. Bu projelerinin yanı sıra çeşitli coverlar, film müzikleri ve solo çalışmalarıyla da müzik dünyasında derin bir iz bırakan Chris Cornell, tüm zamanların en iyi söz yazarlarından ve vokalistlerinden birisiydi.   
         Chris Cornell ve arkadaşlarının temsil ettiği, uğruna ömürlerini yitirdikleri bu öfke, isyan, Seattle Sound veyahut Grunge; yalnızca bir müzik türünden ibaret değildi: Mutlu aile tablolarının çizildiği, umutsuzluğun yasaklandığı, her daim gerçekle iç içe olan karanlığın hiçe sayıldığı, çirkin kahkahaların esaretindeki sığ, sahte ve komik(!) bir evrende; karanlığın, umutsuzluğun, öfkenin ve şüphesiz gerçeğin bir sesi, çığlığı, çağrısıydı. Bu isyanın son temsilcilerinden olan, “The King of Grunge” Chris Cornell: Henüz genç yaşlarında otoriteye karşı duruşuyla, asi tavırlarıyla, ruhunda biriktirdiği onlarca yarayla, her fırsatta dile getirmekten çekinmediği öfkesiyle bugünlere geldi ve “beklenmedik ve ani” bir şekilde, Mayıs 2017’de Detroit’te verdiği bir konser sonrası aramızdan ayrıldı.
        Fotoğrafçı Ken Settle, o gece için, “Onu hiç böyle neşeli görmemiştim” diyecek ve “beklenmedik ve ani” bir veda öncesi, onun son sözlerini aktaracaktı: “Gerçekten turun bundan sonraki durağı için çok üzgünüm.”
        Seattle sokaklarının karanlığından sızan ve koşar adım yükselen lanetli bir nesil, odalarında hapsolmuş lanetli bir azınlık, zifiri karanlıkta saklanan ve sallanan yalnızlık, eşsiz bir umutsuzluk, ruhlarına yapışan bir avuç kan, her zamankinden daha yalnız, sessiz ve sakatlanmış bir mücadele, yenilmekten ve ölmekten yorgun düşmüş bir öfke, çatlamış, buruk bir ezgi… O gece, sen Detroit’te son çağrılarını yaparken yüzündeki kırık tebessümü, gözlerinden akan kanı ve odalarda yükselen ağıtları asla unutmayacağım.


       Çok üzgünüm, ne diyeceğimi bilemiyorum, çok sevdiğim bir dostumu kaybettim, yıllarca bu rutubetli odada yahut balkonda, bu sikindirik masanın başında içki içip kendimi teskin etmeye çalışırken, kafam masada sızarken daima yanımda olan geç saat arkadaşım öldü, artık “Siktir et, üzülme” diyerek sırtımı sıvazlayacak sesi yok, artık kara günlere daha da mahkumum, her şey bu kadar basit. Güle güle kardeşim, seni bu paslı kafesin içinde her gün yeniden özleyeceğim. Bütün gün Cornell dinleyip ucuz Marmara içeceğim, sizler yaşadığınız çağa uygun hareket etmeye devam edin!
        Bazılarıysa bazı şeyleri asla anlayamayacak ve bu onların tek yaşamsal karakteri. Layne Staley bunu biliyordu ve bir gün ansızın çekip gitti, Mike Starr ya da John Baker Saunders bunu hissediyorlardı, tıpkı hayatla olan meselesini bir türlü çözememiş herkes gibi Chris Cornell da “beklenmedik ve ani” bir şekilde… uzaklaştı, çünkü Seattle sokakları evlatlarını daima geri ister, bir rock yıldızı olarak, madde bağımlısı ya da alkol müptelası olarak evlatlarını daima sokaklarında ister... İnsanlarsa uzaktan izler, en yakınındayken bile uzaktan izler, bunu tercih eder, başarını ve acını sosyal ağlardan paylaşır, dayatılan hayatta kimse sokağının yakınından bile geçmez, geçmeye yeltenen de itinayla savuşturulur, çünkü çoğunun gerçeklikle bir ilgisi yoktur, şarkı başlar, şarkı biter... Açlık grevlerinde ve türlü hapishanelerde yalnızsındır, çocuk ıslah evleri, toplama kamplarında yalnızsındır, şarkı biter, şarkı başlar, çığlık uzaydaki yerini alır; ağır sanayi fabrikalarında yalnızsındır, gizli olan her şeyde ve her yerde yalnızsındır, müzik biter ve müzik başlar, en yakın arkadaşın iki hoparlörden gelen sesler dahilinde; telecaster telecaster... Büyük kapı suratına çarpılırsa eğer, zincirler, zifiri karanlık seni bekler…


       O öğütleri ve yükü biliyorum. Ben gideceğim dediğinde biri, sıranın kime geleceğinin farkındayım. Sonsuza dek bir ağırlık olarak boynumda asılı duracak bu yükün farkındayım. Bizim sesimiz olanların yaptığı müzik türü rağbet görmediği için değil, türün en iyileri kendini öldürdüğü için sona eriyor. Bu sadakatin sebebi kimsenin bilmediği o yükü paylaşıyor olmamızdır. Beni Dünya’nın en sessiz yerine götüremezsiniz. Beni evrenin en yalnız yerine bırakamazsınız, çünkü devam ettireceğim bir öfke var. Devam etmesi gereken bir sorun var. Bunun bize aktarıldığının farkındayım. Mücadeleyi yükselteceğiz. İçimizde parıldayan bir madalyon gibi duracak mirasın ve biz seni asla unutmayacağız. O yalnızlık diye parmakla gösterilen ortamda paylaştığımız tüm duyguların hatırası için sessizliği delen bir nöbet tutacağız. Bu yükün altında yok olan tüm ağabeylerimizin jilet izlerini takip edeceğiz ve günün birinde mutlu olacağız. Nasıl ki Chris’in sesi solup gitmeyecekse, ellerimize tutuşturduğu sözleri aklımıza kazıyacağız. Siz mutlu olmak için inkar politikalarınızla yarattığınız küçük havuzlarınızda oynaşırken biz; Chris’in gösterdiği umutsuzluk okyanuslarında, gözlerimizdeki ıslak nehirlerle birlikte boğulmaya devam edeceğiz.


Mustafa Yakışan
Uluer Oksal Tiryaki
Eser Yılmaz

Kaburga Zine - Sayı 09
Ocak, 2018 | Kadıköy

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder